Şebodan Notlar | ARJANTİN – BREZİLYA

ARJANTİN – BREZİLYA

LATİN AMERİKANIN İKİ ÖNEMLİ ÜLKESİ

 

Gidilmesinin zor olabileceğini düşündüğümüz seyahatimizi eşimle birlikte, 2024’ün son ayında iki Latin ülkesine gerçekleştirdik. Diğer gezdiğim ülkeleri henüz web sayfama aktaramasam da yeni döndüğüm bu iki ülkeye ait biriktirdiğim anıları ve izlenimlerimi henüz tazecikken burada sizlerle paylaşmak istedim. Gidiş ve dönüş uçak yolculuğunun oldukça uzun ve ara uçuşların çok olacağı, gezi programında yazsa da bu yaşıma gelinceye dek hiç bu kadar sık ve çok havada kalmadım.

 

Giderken heyecan, dönerken hayal kırıklığı yaşadığım iki ülke: ARJANTİN ve BREZİLYA

Gezimiz, 8 Aralık günü Arjantin’e gitmek üzere sabahın 04’ünde kalkan uçakla İstanbul havalimanında başladı. 18 saat uçuşumuz vardı; Sao Paolo’da yakıt ikmali için 1,5 saat uçağın içinde bekleyip 2,5 saat daha uçup Buenos Aires’e varacaktık. Bu arada sevgili kocam internet bulduğu her yerde Twitter’ından ülkemizde ve Dünyada neler olup bittiğine bakıyordu. Uçuş anonsu yapılıp telefonunu son dakika da kapatırken, Suriye lideri Beşar Esat’ın kaçtığını ve milli güçlerin topraklarını geri almaya başladığını haber verdi. Bence önemli bir tarihi bilgiydi ve bu yazıda kayda geçsin diye buraya not düştüm. Uçağa yerleşirken geziye kimlerin katıldığını henüz öğrenememiştim. Halbuki her tura çıkmadan önce katılan kişilerin karakterlerini, sıkıntı yaşayabileceğimiz biri ya da birilerinin olup olmadığını çok merak eder, yolcu listesindeki resimlerden anlamaya çalışırdım. Nasıl olsa gezerken de bu analizlerimi yapacak bolca vaktim olacaktı. Uzun ve yorucu uçuşumuzun ardından otelimize vardığımızda gündüz- gece ve zaman kavramlarını yitirdim. Uçuş sırasında türbülanslar dolayısıyla koltuğumuzdan kalkmamıza pek izin verilmediğinden ve tabii sıkıntıdan hiç uyuyamadım. İndikten sonra da bizi alan tur otobüsünün gezideki on sekiz kişiyi otele getirişini, yatağa nasıl yattığımı pek tabii hatırlayamadım.
Deliksiz bir uykunun ardından sabah kalktığımda yorgunluğumun çoğunu atmıştım. Kaldığımız Otelde kahvaltımızı ettikten sonra Arjantin’in başkenti Buenos Aires’i gezmeye başladık.

 

Arjantin deyince akılda kalan 3 şey: Maradona, Eva Peron ve Messi

Rehberimiz, buranın Güney Amerika’nın en büyük şehirlerinden biri olmasına rağmen kendimizi önemli bir Avrupa kenti geziyormuş hissinden kurtaramayacağımızı söyledi. İspanyolların işgali sırasında denilen tarzda binalar yapılmış ama sonradan eklenenler özellikle de içine güvenlik sebebiyle giremediğimiz ‘Favela’lar (gecekondu evleri) hiç de o hissi vermiyordu. İniş sırasında tepeden baktığımda da dikkatimi çekmişti. Öğrendiğime göre ülkenin %20’si bu gettolarda yaşıyormuş. Eskiden turistlere Favela’dan alınan yerel bir rehber eşliğinde turlar yapılıyormuş ama giderek durumun daha tehlikeli olması ve ölümlerin gerçekleşmesiyle devlet artık buna izin vermemeye başlamış. Favelalar Dünyanın önemli bir uyuşturucu merkezi. Bölgenin yakınından geçerken bile yüzüne bakmaktan imtina edeceğiniz tipler görmek mümkün. Aklım o gezilemeyen yerlerde kalsa da şehrin seçkin semtlerinden biri olan La Recoleta’da Eva Peron’un (Evita: Küçük Eva) mezarının da bulunduğu Recoleta Mezarlığı’nı ziyaret ettik. Sokaklar boyunca yapılmış özel mezarlar. Ülkenin hatırı sayılır ve varlıklı aileleri burada bulunan kimi çok bakımlı ve süslü kimi harabeye dönüşmüş mezar binalarını devlete yıllık 100$ gibi bir bedel ödeyerek içinde ölülerini tutuyorlar. Temiz olanların içinde ziyarete geldiklerinde oturmak için koltuklar bile var. Bu bölgenin halkı ölümden daha doğrusu toprağa girip çürümekten çok korktukları için ölülerini, tahta tabutların içine demirden ayrı bir tabut yaparak ve koku dışarı sızmasın diye kaynakla kapatarak muhafaza ediyorlarmış.

 

La Recoleta: Kat kat inşa edilmiş kimi granit kimi mermer kaplı kimi de yıkık dökük küçük mezar evler.

Paylaştığım resimlerden biri onlara ait. Ne yazık ki Evita’nın mezarı aralarına sıkışmış, son derece mütevazi bir şekilde yapılmış küçük bir mezar. Devlet bazı kişilerin mezarlarının bakımını kendi üstlenmiş Evita’nınki de onlardan biri. Eva Peron öldüğünde bu ülkede yaşayan muhalifler yaptıklarıyla insanları etkileyen ve adına ‘Peronizm,’ denilen kavramı yok etmek için tabutunu yıllarca oradan oraya dolaştırıp izini kaybettirmeye çalışmışlar. Kocası Juan Peron tekrar başa geçince karısının mezarını getirip bu yere naklettirmiş.
Ölüm kavramları kafamda dolaşırken, tangonun doğduğu semt olan Plaza Dorrego etrafına çevrelenmiş rengarenk boyanmış binaların ve Fenerbahçe takımımızla aynı renkte olan Boca Junier futbol takımının stadının yer aldığı bölgeye geldik. Tamamen turistik bir bölgeydi. Biz ve diğer turistler renkli binaların balkonlarından bakan Evita, Maradonna ve Messi heykelleriyle ve para karşılığı giydirilen tango kıyafetleriyle resimler çektiriyordu.
Güvenlik sebebiyle her yere otobüsle gidiyorduk. Gece 20’den sonra sokağa çıkmamız yasaktı.
Gözümüz renkler ve duvar grafitleriyle şenlendikten sonra yine otobüsteydik. Bu kez Plaza Mayo -Mayıs Meydanını gezmek için eski limanın bulunduğu bölgeye geldik.
Buenos Aires şehri Atlas okyanusundan korunmuş bir şekilde bir koyun içinde yer alıyordu. Bu hem avantaj hem de dez avantaj oluyormuş. Gemiler için liman yapılan bölgenin suyu sığ kaldığından verim alamamışlar. Bu bölgeyi de eski binaları da orijinal haliyle muhafaza ederek lokantalara dönüştürmüşler ve limanın iki yakasını da Tango’yu simgeleyen bir şekilde sadece yayalara ait bir köprü ile birleştirmişler. Bölgeye yakın olan 1853’ten beri kafe olan Café Tortoni’de bir mola verdik. Servis yaparken ‘Siiiiiii,’ diye bağıran yaşlı garsonu unutamam. Bize verilen serbest zamanda İstanbul’daki İstiklal Caddesine benzeyen Fidelya Caddesini gezdik. Yerel giysi ve hediyelik eşya mağazalarının, dolar, euro bozan yerli halkın cadde üzerinde satış yapması dışında farklı bir özelliği bulunmayan bir yerdi. Mevsim itibarıyla yazlık giysiler satılıyordu.
Dana derisinden çiçek desenli çantalar ve takım formaları dışında alınacak pek hediyelik eşya yoktu!
İkinci günün akşamında tur bizleri bir tavernada tango gösterisine götürdü. Bu ülkelere gelirken ete doyacağımızı düşünmüştük ama çiğnemekte güçlük çektiğim için tavernada önüme gelen pişmemiş etten sonra yemeklerde et seçmeyi bıraktım. Gösteri uzun olsa da güzeldi. Elbette Eva peron ve ‘Don’t cry for me Arjantina’ şarkısını da dinledik. Kulaklarımızda güzel melodilerle iyi bir uyku uyuduk.
Gezi programı çok ağır olmadığı için diğer turlarda olduğu gibi sabahın erken saatlerinde yollara düşmüyorduk.
Ertesi sabah yine otobüsteydik ve Tigre’ye geldik. Burada halka açık bir feribotla Parana Deltası’nda yaklaşık 1 saat süren bir gezi yaptık. Görüntüsü oldukça çamurlu ve bulanık olan bu suyun etrafına yapılmış pek gösterişli olmayan evleri ve oradaki yaşamı gözlemledik. İndikten sonra yemek vaktine kadar vakit geçirilmesi gerekiyordu. Gezi iyi planlanmış değildi. Oradaki yazlık tarzı evlerin alabileceği eşyaların satıldığı bir pazar yerinde vakit geçirmemizi istedi tur rehberi. Sonra yemek yedik.

 

Hep aynı yemekler vardı; somon ya da et bazen balık veya makarna, salata sonrasında dondurma ya da krem karamel.

Öğleden sonra eski bir Opera binasının kitapçıya dönüşmüş mağazasına gittik. Etkileyiciydi. Buna ilişkin bir resim de paylaştım. Sonrası oteldeydik. Gece de dışarı çıkamadığımız için yanımda getirdiğim kitaplarım can simidim olmuştu.
4. günde otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra Yerel havayolları ile Iguazu’ya (Arjantin) hareket ettik. Varışımızı takiben UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Iguazu Şelalelerinin Arjantin tarafında bulunan kısımlarını göreceğimiz, yürüyüş parkurlarını tamamlayıp şelaleyi yakından fotoğraflama imkânı bulacağımız yere geldik. Yaklaşık 4 kilometrelik bu yolu kâh ıslanarak kâh nefis pozlar yakalayarak keyifle gezdik. Parkuru tamamladıktan sonra otobüsle Brezilya tarafına geçip kalacağımız otele yerleştik. Sabah olduğunda gezinin 5. Gününde kahvaltımızı yine dokuzda alıp şelalenin Brezilya parkurunu gezmek ve nefis fotoğraflar çekmeye devam etmek için yola çıktık.

 

Gerçekten de denildiği gibi Iguazu şelalesinin görülmeye değer en güzel manzaraları Brezilya kısmından izlenmekteydi.

Brezilya tarafı Arjantine göre daha iyi düzenlenmiş ve organize edilmişti. Ayrıca birçok tropik bitki ve kuş çeşidine rastlamak da mümkündü. Bu gezimizin bitiminde tekne turu yapacağımız Macuco Turuna çıktık. Turda elektrikli araçlar ile ormanın derinliklerine doğru gittik ve Salto de Macuco’ya vardık. Bu sırada Amazon ormanlarını andıran manzaralar ve doğanın güzelliği, dinlediğimiz kuş sesleri dünyanın hala her şeye rağmen güzel bir yer olduğunu kanıtlıyordu. Sonrasında koruyucu yeleklerimizi giyinip botlara binerek Şeytan Boğazına doğru gittik. Şelalenin çok yakınına kadar sokulmak ve tekne ile yapılan manevralar heyecan vericiydi. Bu kadarla da kalmadı, şelalenin dibine kadar inşa edilmiş seyir terasında çokça ıslanmayı göze alıp yakından bakma ve fotoğraflama fırsatı buldum. Suyun ihtişamı ve gücü değişik duygular hissettirdi. Sıcak havada kurumaya çalışan nemli elbiselerimizle öğle yemeğimizi yiyip yerel bir havayolu ile gerçekleştirdiğimiz uçuşumuzun ardından Rio de Janerio’da bulunan otelimize transfer olduk. Rehberimiz bu şehirden memnun kalacağımızı söyleyip burada da güvenlik önlemlerinin sıkılığından bahsetti.

 

Otelimiz Copacobana plajının karşısında olmasına rağmen gece 20.00’den sonra sokağa çıkamazdık. Tehlikeliydi.

Otelde aldığımız kahvaltının ardından Brezilya’nın ikinci büyük şehri olan Rio de Janerio’da dar caddeleri, meydanları ve tarihi binalar arasında dolaşacaktık. Ancak bütün bu yazılanları otobüsün üzerinden izledik. Travesso Marketi (ikinci el giysi ve eşya satış pazarı), Metropolitan Katedrali’ni (sadece vitray camlarla süslü modern ve çok insan alacak şekilde inşa edilmiş) ziyaret ettik. Yine otobüse binip ülkedeki Portekiz hâkimiyeti döneminden kalma Portekiz Kraliyet Okuma Odası’nı da gördük. Buna ilişkin de gözümün alabildiğince kitapların önünde çekilmiş remimi paylaştım. Çok eskiden kalma kitapların tozu üzerinde duruyordu ve yaşayan bir kütüphaneydi. Gidip orada istediğiniz dokümanı alıp çalışabiliyordunuz. Yemekten önce nefis görünen tatlıların ve Brezilya kahvesinin tadına bakamadan Colombo Pastanesi’nde kısa bir mola verdik. Yerel bir lokantada alınan öğle yemeğinden sonra serbest zamanımız vardı ve eşimle gündüz olduğu için sokakları biraz dolaşabildik. Fakat kararan havayı fark edip otele döndük ve Amazonlara yakın bir bölgede fırtına ve yağmurun nasıl olduğuna şahitlik ettim. Göz gözü görmüyordu. Plajda dolu olan insanlar o kadar kısa sürede nasıl kayboldu anlayamadım. Gece oteldeydik.

 

Brezilya deyince akılda kalan üç şey; Iguazou şelalesi, Sugar Loaf tepesi, İsa tepesi

Dönüşümüzden bir gün önce geçirdiğimiz gün şelaleden sonraki en güzel olanıydı. Şehre hâkim tepelere çıkacak ve 360 derece dolanarak şehrin inanılmaz manzarasını seyredebilecektik. İlk önce Guanabara Körfezi’ne hâkim Sugar Loaf Tepesi’ne teleferikler ile çıktık. Çok geniş bir alana yayılmış ve çok güzel manzaralara sahip şehri seyir terasının dolanarak keyifle seyrettik. Bazı katılımcılar on dakikası 180$ olan helikopter gezisine katıldı. Bize anlamsız geldiği için tepenin ve içtiğimiz keyifli kahvenin tadını çıkardık. Öğle yemeğinden sonra Dünyanın Yeni Yedi Harikasından biri olan, 40 m uzunluğundaki Christ the Redeemer (Kurtarıcı İsa) Heykeli’nin bulunduğu ve yine şehre tepeden bakabileceğiniz Corcovado Tepesi’ne gittik. Şehri koruduğuna inanılan heykelle gelenek haline gelmiş olan el ele tutuşma resmimizi çekip aşağıya indik. Burada da yine on dakikası 150 $olan helikopter turu vardı ve biz katılmadık. Diğer misafirleri beklerken önümüzdeki manzaranın ve ortamın keyfini çıkardık. Gece yine oteldeydik. Turun sonuna yaklaştıkça turdaki kişilerle kurulan dostluklar belirginleşmeye başlıyordu. Oteldeki o gece bizim yaşlarımızdaki insanlarla yaptığımız sohbetler sayesinde pek de sıkıcı geçmedi.
Ertesi sabah, kahvaltının ardından yerel havayollarına ait bir uçakla Sao Paulo’ya hareket ettik. Vardığımızda akşamüstü olmak üzereydi. Otobüsten inmeden şehirde şöyle bir tur attık. Brezilya’nın en kalabalık ve endüstri, ticaret ve finans alanlarında da en önemli şehriydi. Uçaktan aşağıya baktığımda Favela bölgesinin neredeyse şehrin genelini kaplamış olduğunu gözlemledim. Yoksulluk ve gelir dağılımı eşitsizliği insanların bedenlerine yaptıkları anlamsız dövmelerde giyim kuşamlarında kendini fazlasıyla belli ediyordu. Yollarda yatan ve dilenen çok sayıda insan gördüm. Hava kararmış olduğu için sokağa çıkmamız burada da tembihlendiğinden geceyi otelde geçirdik. Sabaha karşı 04’te Türkiye’ye dönmek üzere havalimanına gideceğimiz için herkes odasında dinlenmeye çekildi. Dönüş yolculuğumuz kesintisiz 12 saat sürdü. Pasaport kontrolünden geçerken ülkeme döndüğüm için mutluydum.

 

Bir cevap yazın

E-posta yayımlanmayacak