Kuyu

Müzik dinleyebilirsiniz
00:00 / 00:00

Her günkü gibi kapının önünü süpürmeye çıkmıştı Nedret. Bunu yapmayı seviyordu çünkü o sırada kapıda oyun oynayan çocuklara katılabiliyordu. Çocukken hep isteyip, hiç yapamadığı şeydi bu. O gün yine, çocuklarla konuşurken, gözleri mahalleye giriş yapan beyaz üniformalıya takıldı. Nasıl takılmasın? Pembe Teyze’nin torunu bahriye subayı yakışıklı, o gün ninesini ziyarete geliyordu. Nedret, “Badem Şekeri” dediği bahriyelileri çok beğenirdi. Kendiyle kaldığı ender zamanlarda hayaller kurar, böyle biriyle evlenmeyi arzulardı. Sokağın en başından, onun ninesine gelişini hayranlıkla ve çaktırmadan izlerken zamanın hızla geçtiğini fark edemedi. Annesi içerden öfkeyle seslendi;

“Neredesin Nedret? Yine çocukların oyununa mı daldın? Yoksa başka bir şeye mi?”

“Buradayım annem. Kapının önü çok pis olmuş da. Çocuklar çok kâğıt atmış. Ondan geciktim.”

“İçeri gel hemen. Bu iş böyle olmaz. Senin anlayacağın yok. Aklını başına getirmek lazım.”

Neyle karşılaşacağını bilemeyen Nedret, bir beden küçülmüş halde annesinin yanına gitti. Annesi, elinden sıkıca tuttuğu gibi onu bahçeye doğru sürükledi. Kuyunun başına gelince metalden yapılmış kapağı ittirerek açtı. Nedret şaşkın gözlerle annesine bakıyordu. İki, üç saniye öylece bakıştılar ve annesi beklenmeyen komutu verdi;

“Vücudunun üst kısmını kuyunun içine sarkıt. Hadi, bakma bana öyle. Yarım saat böyle duracaksın. Orada düşün bakalım, anne sözü dinlememek ne demekmiş!”

Bu komut karşısında herhangi bir hareket yapmadı, yapamadı. Annesinin onu sevmediğini, istemediğini biliyordu ama bu kadar nefret ettiğini hiç düşünmemişti. Bütün bu davranışlarından dolayı o da annesini sevmiyordu. Bir tek, uzaktan, uzağa Badem Şeker’ini seviyordu. Annesi, herhangi bir şey yapmayan Nedret’in üst bedenini ani bir hamleyle kuyuya doğru ittirdi. İşi şansa bırakmamak için de sırtından eliyle bastırdı.

Neye uğradığını anlayamayan Nedret korkuyla bağırdı;

“Anneeeeeeem! Yapma ne olur. Çok korkuyorum. İmdaaat! Valla yapmayacağım. Hiç oyalanmadan süpüreceğim. Dinleyeceğim sözünü. Çek elini sırtımdan. Gözlerim kararıyor. Böyle duramam ben. Anneeeeee bırak artık. Kendimi iyi hissetmiyorum. Duyan yok muuuuuu?”

Bu haykırışları duyan babaanne, koşar adımlarla bahçeye çıktı ve korkunç manzarayla karşılaştı. On beş dakikadır, kuyunun içine doğru sarkmış, ölümle yaşam arasındaki Nedret’i keskin bir hamleyle kurtardı. Hamlenin sertliği, anneyi de kuyunun yanındaki taşlara boylu boyunca serdi. O güne kadar babaannesinin yanına bile yaklaşamayan Nedret onun boynuna atıldı. Yumuşacık tombul bedenine sımsıkı sarılmak iyi geldi. Yüreği biraz hafiflemişti.

“Tamam Nedret. Korkma artık. Ben buradayım. Kapının önünü bundan böyle İsmet süpürecek. Ben babana söylerim.”

“Sen bana bir bak bakayım.”

“Ne var babaanne?”

“İyi misin sen? Bir gözün sanki farklı geldi de.”

Babaannesi dikkatli kadındı. Nedret’in bir gözü korkudan kayıvermişti.

Nedret, kız-sanat enstitüsüne gidiyordu. Çok da başarılı bir öğrenciydi. Her sene sınıfını takdir belgesi alarak geçiyordu. Bütün amacı Ankara’daki olgunlaşmaya giderek, bu alanda öğretmen olmaktı. Okuldaki bütün öğretmenleri de onu bu yönde destekliyorlardı. O bilmiyordu ama, babaannesi de onun Ankara’da okumasını istiyor, babasına söylüyordu.

Akşam olmuş, sessizce yenen bir yemekten sonra herkes odasına çekilmişti. Kimse konuşmuyordu. Annesi de hiçbir şey dememiş, gözüne ne olduğuna bakmamış, odasına gidip bir açıklama yapma gereği bile duymamıştı. Bütün bu yaşananları düşünürken, hakkında verilecek kararlardan habersiz uyuyakalmıştı. Babası eve gelmiş, her gece olduğu gibi çakır keyif, babaannesi ile günlük istişarelerini yapıyorlardı. Eve fırtına öncesi bir sessizlik hakimdi. Olanları oğluna anlatan babaanne, Nedret’in annesiyle ilişkisinin düzelmeyeceğini düşündüğü için, Ankara’daki okula gönderme kararını da bu vesileyle almıştı. Babaanne huzurla odasına çekilirken, annesini, oğlunun şefkatli ellerine bırakmıştı.

Babası, kahvaltı eden ev halkına, bu sene mezun olacak Nedret’i Ankara’daki olgunlaşmaya göndereceğini açıkladığında, önce derin bir sessizlik olmuş, sonra da Nedret’in büyük ablası İsmet ve ortanca ablası Hikmet ayağa kalkarak şiddetle itiraz etmişlerdi. Nedret şaşkın bakışlarla olanları izliyordu. Dün akşamki üzüntüsünün yerini, ablalarına rağmen büyük bir mutluluk kaplamıştı. En çok istediği şey gerçek mi oluyordu? Ablaları ona neden destek olmuyordu? Onların da onu sevmediğini biliyordu. Ama bu durum başkaydı. Onlara da faydası dokunabilirdi. Annesi kardeşler arası sevgiyi hiç öğretmemişti onlara. Sadece kavga etmeyi biliyorlardı. İki ablası da onun gibi kız-sanat enstitüsüne gitmişti. Ama onun kadar başarılı değillerdi. Nedret’in biçki-dikiş konusundaki yeteneği çok iyiydi. Mükemmel nakış işler, bunun için gece yarılarına kadar çalışırdı. Onun kendilerinden çok daha başarılı olmasını hazmedemeyen ablaları bu karar karşısında hırçınlaşarak, babalarına ve babaannelerine isyan ettiler.

“Biz de olgunlaşmaya gitmek istedik. Ama bizi yollamadınız. O’da gitmeyecek. Hem biz ondan daha iyiydik. Gönderirseniz canımıza kıyarız!”

Bu tür lakırdılara karnı tok olan babaanne ortamı yumuşatmaya çalıştı, fakat kızların biraz da olsa ciddi olabileceğini düşününce;

“Tamam, tamam biz babanızla bir daha konuşuruz, konuyu şimdilik kapatalım” dedi

Bütün bu duygu değişimlerini yaşarken, Nedret gözündeki problemi unutmuştu. Babası tam evden çıkarken hatırladı ve kendisini göz doktoruna götürmesini istedi. Bugün çok işinin olduğunu, yarın bir çaresine bakabileceğini söyleyen babası kapıyı kapattı ve gitti.

Mutfakta iş yapıyormuş gibi görünmeye çalışan ablalarının yanına giden Nedret’in öfkesi inanılmaz boyutlardaydı. Gözleri çakmak, çakmaktı.

“Bize hiç öyle bakma. Biz gidemediysek sen de gitmeyeceksin. Bizim önümüze geçemezsin.”

“Siz başaramadınız diye bende mi yapmayayım? Niye bana mâni oluyorsunuz? İntihar edeceğiniz falan da yok. Yalan söylediniz? Ben hiç inanmadım.”

“Babam ve babaannem inandı. Sen unut bu okul işini. Kapıyı süpürmeye devam et!”

Nedret yüreğinin derinliklerinde hissettiği çaresizlikle odasına çıktı. Ablalarıyla daha fazla tartışamadı. Zaten pek bir faydası da olmuyordu. Kapısını kapattı, yatağın ucuna ilişti. Bazen bu yatağın ona ait olduğundan bile şüphe duyuyordu. Bu evdeki yeri neydi? Annesi onu sevmiyordu. Ablaları onun geleceğine engel olmaya çalışıyorlardı. Babaannesi seviyor muydu? Sadece bir kere sarılmıştı. O da kuyuya düşmesin diye. Bu ev onun kafesi miydi? Halbuki o bu kafesin kapısını açıp çıkmak istiyordu. Bırak kapıyı açmayı, onu çalacak hali yoktu. Şimdiden durumu kabullenmiş miydi? Halbuki ev bir mabet değil miydi? İçinde sevdikleriyle yaşadığı, onu sarıp sarmalayan, dışarıdaki kötülüklerden koruyan? Sorunların paylaşıldığı, çözülmeye çalışıldığı? Gözüne yıl sonu kermesine yetiştirmeye çalıştığı eteği pembe güllü beyaz geceliğin yarım kalmış işlemesi ilişti. Eline aldı işlemeye başladı. Kendini iyi ve başarılı hissettiği işti nakış. Hem yapıyor hem de hayaller kuruyordu. Bir, iki dakika geçmişti ki gözündeki kayma, devam etmesine izin vermedi. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Bu da mı elinden alınmıştı? Gözü de böyle kalacaksa zaten okula almazlardı ki… Bu ev hapishanesi miydi?

O evini severdi aslında. Rumlardan kalma üç katlı, tarihi, ahşap bir evdi. Kapısı oldukça ihtişamlıydı. Üzerinde pirinçten yapılmış dört tane heykel vardı. Kapının yanında ise iki büyük pencere. Önünde bulunan mindere oturan Nedret, çok nadir de olsa burada hayaller kurmayı çok severdi. Özellikle yazın, yarıya kadar açılan pencerede narince dalgalanan dantel perdelerin arkasında. Evin, diğer komşuların evleri ile çevrelenmiş geniş bir de bahçesi, içinde de kötü anısı olan o kuyu vardı. Alt katta bulunan mutfak oldukça genişti. Günlük hayat genellikle burada yaşanır, babaannesi de evi buradan yönetirdi. Mutfakta pişen yemeği, yardımcı kadınların neler konuştuğunu, Nedret’in annesinin ve kızların neler yaptığını… Sadece öğlen yemeğinden sonra birinci kattaki yatak odasına çekilirdi. Burada kimsenin yatak odası olmamasına rağmen, babaannenin özel odası burada bulunuyordu. Evin kileri de bu katta yer alıyordu. Bütün kışlık erzaklar, reçeller, ballar burada tutuluyor, babaannesi ne kadar izin verirse o kadarı kullanıma sunuluyordu. En üst katta aile üyelerinin yatak odaları vardı. Nedret’inki en küçük odaydı. O yalnız yatıyordu. İsmet ve Hikmet aynı odada kalıyorlardı.

Her bir köşesini kafasına nakşettiği bu ev, bugün onun üstüne geliyordu. Kendini dışarı atmak istedi. Böyle zamanlarda Pembe Teyze’ye gitmeyi severdi. Bembeyaz saçları, elma gibi kızarmış yanaklarıyla mahallenin en tonton teyzesiydi. Şişmanlıktan üst bedeni ile alt bedeni birleşmiş, dümdüz olmuştu. Kocaman karnını örtmek için giydiği uzun eteğini, sarkmış memelerinin altına kadar çekiyordu. Gündüz işlerini yaptıktan sonra kapının önüne çıkar, kaldırıma koyduğu sandalyeye oturur, ekmek arası helvayı iştahla yerdi. Herhalde bu yüzden, Nedret’in en sevdiği şeydi helva. Tek başına yaşayan bu kadına hem yemek götürür hem de Badem Şekeri hakkında belli etmemeye çalışarak sohbet ederdi. Pembe Teyze, onun torunundan hoşlandığını anlar, lafı mutlaka ona getirirdi. O sormadan onunla ilgili bilgiler verirdi. Nedret ondan, kimseden görmediği yakınlığı ve şefkati görürdü. Babaannesi, onun Pembe Teyze’ye sık gidişini sorgular, orada ne bulduğunu anlamaya çalışırdı. Pembe Teyze’yle Badem Şeker’inden konuştuklarını ona söylemezdi tabii. Babaannesi, onun bahriyeli ile ilgili kurduğu hayalleri bilse, değil sokağa çıkmasına, pencerenin önündeki mindere oturmasına bile izin vermezdi. Pembe Teyze torununa, ondan bahsetmiş miydi, bilinmiyordu. Bu konuda tek söz etmemişti.

Nedret evdeki bunaltıcı durumdan kaçmak için neredeyse her gün Pembe Teyze’ye gitmeye başlamıştı. O gün gittiğinde kapı açılmadı. Tekrar, tekrar çaldı. Yan komşuya sordu ve onun hastaneye kaldırıldığını öğrendi. Yüreğinin ta dibinde, derin bir acı hissetti. Zaten üç gün sonra da Pembe Teyze’nin ölüm haberi geldi. En iyi sırdaşını, daha da önemlisi, sevgi gördüğü tek kişiyi kaybetmişti.

Ertesi gün kaldırılacaktı Pembe Teyze’nin cenazesi. Babası hariç ailece gittiler hem camiye hem de kabristana. Kalbindeki derin üzüntüye rağmen, uzaktan Badem Şeker’ini görünce çok heyecanlandı Nedret, mutlu oldu. Yanına gidip başsağlığı dilemek istedi. Fakat babaannesinin, annesinin ve ablalarının yanında bunu yapamayacağını düşünüp öylece durdu yerinde. Ancak hiç ummadığı bir şey oldu; Badem Şekeri ona doğru geliyordu. Önce emin olamadı, sonra “Merhaba Nedret” diyen sese doğru başını kaldırınca onu yanı başında buldu. Genç kız o kadar heyecanlanmıştı ki dudaklarını aralasa kalbinin gürültüsü ortalığa saçılacaktı neredeyse. Kendini toparladı ve “Başınız sağ olsun, Pembe Teyze’min yeri büyüktür bende” dedi.

“Senin de başın sağ olsun Nedret. Anneannem seni çok anlatırdı. Yaptığınız sohbetlerden, senin ona gösterdiğin yakınlıktan, büyük bir mutlulukla bahsederdi. Onu yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim.”

Annesi ve kardeşleri hayret ve merakla bu konuşmayı izliyorlardı. Nedret onlardan çekindiği için sustu ve başını öne eğdi.

“Buralara geldiğimde seninle görüşmek isterim. Anneannemden bahseder, eski günlerden konuşuruz. Bu beni çok mutlu eder.”

Nedret, yüreğine kanat çırptıran, bu güzel sözlere cevap veremedi. Babaannesi, annesi, ablaları oradayken; “Ben de isterim, hem de çok!” diyemedi. Bir daha onu göremeyeceğini biliyordu. Asla izin vermezlerdi. Kimse onu bu güzel adamla aynı karede resmetmezdi.

Nedret için çok zor yaşanan o defin gününden sonra, günlerce ağladı. Gözü daha da kötü oldu.  Mezuniyet kermesine yetiştirmesi gereken nakışları yapamıyordu. Üzüntü, umutsuzluk, mutsuzluk bütün benliğini kaplamıştı. Kimselerle pek konuşamadığı için küçük yatağının içinde, cenin pozisyonunda uykuya daldı.

“Günaydın babaanne.”

“Evet, konu neydi? Sanırım bir söyleyeceğin var.”

“Biliyorsun yılsonu kermesi yaklaşıyor. Benim nakışlarım da kermesin en önemli parçaları. Ama gözümdeki problem yüzünden yapamıyorum. Çok çabuk yoruluyor. Ağrıyor.”

“Yok babaanne, inanma sen ona gece kaçlara kadar nakış yaptığını biz biliyoruz. Hep bizden daha iyi olmak için uğraşıyor.”

“Tamam Hikmet sen kahvaltını et. Haklısın Nedret. Tamamen unuttuk. Baban da ben de birkaç gündür heyecanlıydık. Yoksa aklımdaydı.”

Bütün kardeşler dikkat kesilmişti. Çünkü gelişmelerden kimsenin haberi yoktu. Meğerse evde bomba gibi bir haber varmış da kimseler bilmiyormuş; ‘’Anneleri dördüncüye hamileydi…

“Nasıl ya? Nedir bu erkek çocuk bulma merakınız. Hepimiz kocaman olduk. Evlenme çağındayız. Ben küçük kardeşim var nasıl derim?”

“Tamam Hikmet, İsmet uzatmayın. Bir oğlan, bu eve bereket getirecek. Babanızın işlerini yürütecek. Hepiniz çekip gideceksiniz.”

“Sen bir şey demedin Nedret. Çok mu sevindin? Sen bakarsın kardeşine.”

“Ne kardeşi babaanne. Kardeş düşünecek halde değilim. Sen beni duymadın mı? Gözüm diyorum. Beni doktora götürün artık.”

“Tamam ne bağırıyorsun akşama söylerim babana. Hallederiz.”

Nedret ne düşüneceğini ne yapacağını, neye tutunacağını bilmiyordu. Bütün bu duydukları Pembe Teyze’nin ölümünü bile unutturmuştu. Odasına çıkıp, yatağına uzandığında ondan gördüğü sevgiyi ve onu ne çok özlediğini hatırladı.

Ertesi gün bir gözlüğü oldu Nedret’in. Okul durumu yüzünden ameliyat edemiyorlardı. Zor olsa da gözlüğün yardımıyla okulun en iyi nakışlarını yine o yaptı. İçindeki bütün acıyı, umutlarını, hayallerini sanki kumaşlara nakşetmiş gibiydi. Bu yüzden mi bilinmez, onun işlerine bakanlar hayran olmaktan kendilerini alamıyorlardı. Okulu birincilikle bitirdi. Mezuniyet günü hiç sevinçli değildi. Yıllardır hayalini kurduğu olgunlaşmaya gidemiyordu. Ablaları izin vermemiş, o da babasına karşı gelip, oraya gitmeyi çok istediğini haykırarak söyleyememişti. Onların her istediğini yaparsa, belki onu severler diye düşünüyordu. Severler miydi gerçekten? İç sesleri başka konuşuyordu;

“Neden bu kadar kolay kabullendin be Nedret? Sen çok istediğini belli etseydin, önünde engel kalır mıydı? Biz izin vermedikçe bize kimse bir şey yapamaz. Hayatta gerçekleştirmeyi düşündüklerimizle ilgili çok kararlı olup, başkalarının ne söylediğini önemsemezsek deler geçeriz o kabuğu. Acizlikte ısrarcı olmanın sonunda, hayallere veda etmek vardır. Sonra da başkalarını suçlamak doğru olur mu? Kader dediğimiz şey, karşımıza çıkan yollardan hangisini seçtiğimizle şekillenmez mi?”

Onun için günler, yeni gelecek kardeş için yapılan hazırlıklara katılarak geçiyordu. Hikmet ve İsmet’in aksine, ben zıbın dikmem, yelek örmem demiyordu. Sanki bunları yaparsa annesi, babası onu kabullenir diye içten içe bir umudu vardı sanki.

Annesinin ona yaptıkları da unutulmuştu. Oğlan doğuracak diye hem babasından hem de babaannesinden pek itibar görüyordu. Ya dördüncü de kız olursa? Kimse bunu dillendirmiyordu ama bu da olasılıklar dahilindeydi. Bebeğin cinsiyetine ilişkin rivayetler kadınlar arasında, karnın şekline, yediğine ve içtiğine göre çeşitleniyordu.

Bebeğin doğmasına iki ay kala, mahalledeki komşulardan bir kadın, babaannesi ile hararetli bir konuşma yapıyordu. Bu konuşmada annesi de vardı. Hikmet haberi hemen Nedret’e uçurdu;

“Sana görücü geliyormuş. Duydun mu?”

“Hayır. Kim dedi?”

“Git bak birinci katta sedirin orada konuşuyorlar. Merdivenden dinle istersen. Ama biliyorsun değil mi, biz evlenmeden sen de evlenemezsin. Hele Pembe Teyze’nin torunuyla asla.”

“Evlenmek isteyen kim. Ben sizi seve seve beklerim. Hiç sizin önünüze geçer miyim?

Gerçekten de doğruydu. Mahallenin en başındaki evde oturan ailenin tek çocuğu ona talip olmuştu. Meğerse, o kapı önünü süpürürken, o da onunla ilgili hayaller kurarmış. Ama hiçbir gün yanına yaklaşıp bir şey dememiş. Sadece uzaktan sevmiş. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş derler”, onun Hızır’ı da bu adam mıymış?

Babaannesi, bu haberi büyük bir sevinçle akşam eve yine içkili gelen babasına anlattı. Oğlunun doğumunu sabırsızlıkla bekleyen babası konuyu enine boyuna düşünmeden “Tamam” deyiverdi. Onun fikrini sormadı bile. Babaannesinin verdiği detaylar ona yeterli geldi. O da Ankara’ya okumaya gitmediğine göre evlenmesinde bir sıkıntı yok diye düşündü. Babasına göre ablalarının henüz evlenmemiş olması da problem değildi. Hayat şişenin içinden bakınca böyle sorunsuz görünüyordu işte.

Babasından da onay alan babaannesi, hemen aracı kadınlara haber uçurdu. “Kızımızı istemeye gelebilirler.” Olayın kahramanı Nedret, bütün bu gelişmelerden habersiz uyuyordu. Evdeki her haberi bilen ablalar, sabah olunca onun odasına geldiler.

“Bak sen şu küçük Nedret’e. Kalk çabuk kız! Ne yaptın, nasıl yaptın da bu çocuğu ayarttın? Hem de babam, babaannem ikna oldu.”

“Hiçbir şey. Dedim ya size ben evlenmek istemiyorum. Kimse bana böyle bir konudan bahsetmedi. Siz ne diyorsunuz? Babam bana sormadan böyle bir karar almaz.”

“Almışlar işte bu hafta sonu seni görmeye geliyorlarmış. Hadi neyse bizden önce evlenmene de razı olduk. Kıymetimizi bil.”

“Ben daha kim olduğunu bilmiyorum. Çocuğu da hiç görmedim.”

“Hafta sonu göreceksin işte. Yakışıklıymış, hah hah haay! Öyle duydum. Mesleği de varmış. Üniversite okumuş. Daha ne istiyorsun kızım. Kurtuluyorsun bu esaretten.”

Ablaları gibi düşünmüyordu Nedret. Başka bir esaret, önceki esareti unutturmazdı, kurtuluş umudu sandıkları şey daha beter girdaba batmaktı. Gidip babaannesi ile konuşmaya karar verdi. Babaannesi bütün ev halkını idare ettiği gibi, kısa bir konuşmadan sonra onu da bu konuda olumlu düşünmeye ikna etti. Hafta sonu geldiklerinde oğlanı görüp ona göre karar vermesini istedi. “Pişman olmayacaksın” dedi.

Ortada bir “yakışıklı oğlan” lafı dolaşıp duruyordu. Gerçekten öyle miydi? Yoksa onu mu kandırıyorlardı. Onun için hayat başka yöne ve amaçlara doğru akmaya başlamıştı. Şaşkındı. Platonik aşklar yaşarken, evlilik hayalleri kurması, hatta planlaması mı gerekiyordu? Buna hazır mıydı? Kim sormuştu ki?

Bütün hazırlıklar yapılmış, herkes bayramlıklarını giymiş, onu istemeye gelecek aileyi bekliyorlardı. Misafirler içeri girdiğinde, ablaların tepkisi farklı oldu. Birbirlerine yan yan bakıp, gülüşüyorlardı. Nedret kafasını kaldırıp bakamıyordu. Ablalarının neden böyle davrandığını damat adayıyla göz göze gelince anladı. Cevdet, maymundan hallice bir oğlandı. Ağzı kapalıyken bile önden çıkan dişleri görülebiliyordu. Boyu oldukça kısaydı. Ara ara Nedret’e bakıp gülümsüyordu. Bunu yapmasa daha iyi olurdu. Bir an, “Bu benim kocam da olamaz, Hızır da…” diye düşündü. Badem Şeker’ini hatırladı, onun yüzü gözünün önüne geldi. Yüreği yandı. Asıl yakışıklı oydu. Bir kere uzaktan görmüştü. Mavi gözleri vardı. Mecbur muydu, bu oğlanla evlenmeye? Babası “Verdim” demişti bile. Görücüler gittikten sonra sabaha kadar düşündü durdu. İçi almadı. Beklese, belki başka bir Badem Şeker’iyle karşılaşabilirdi. Kendini bu eve de ait hissetmiyordu artık. Hele erkek kardeşi de gelirse, evde yalnızca bir isim olacaktı; hoş, zaten öyleydi ya. Cevdet’le evlense, sadece mahallenin en son evinden çıkıp en başındaki evine gelin gidecekti. Ev kendi evlerinden çok daha küçüktü ve taştan yapılmış çok kalın duvarları vardı. İki katlıydı. Üstelik kayınvalidesiyle birlikte oturacaktı. Başka seçenek yoktu. Çünkü o annesiyle yaşıyordu ve onu yalnız bırakmak istemiyordu. Bu ev onun yeni mabedi miydi şimdi?

İki ay sonra, evde bir bebek ağlaması duyuluyordu. Annesi nihayet bir oğlan çocuk doğurmuştu. Ablaları ve onun dışında herkes çok mutluydu. Kurbanlar kesildi. Yemekler verildi. Oğlanın gelişi günlerce kutlandı. Düğün kararı da alınmıştı bu arada. Bir ay vardı.

O gece yatağının ucuna oturduğunda, yıl sonu kermesinde en çok beğenilen, eteği gül desenli beyaz geceliğini giymek geldi içinden. Evlenmesine ne kalmıştı şunun şurasında? O gün de bunun gibi beyaz gelinlik giyecekti. Bir an Cevdet’in yüzü gözünün önüne geldi. Onu öptüğünü düşündü. Midesi bulandı. Gideceği evi düşündü; yeni yatak odası, neredeyse şimdiki kadardı. Hisleri, çok geçinilesi biri olmadığını söylüyordu. Hala vakti vardı; gidip “Ben bu adamla evlenmeyeceğim” diyebilirdi. Keşke öyle bir cesareti olsaydı. Ablaları gibi olabilseydi. Herkes bir tarafa annesi yanında olsaydı. Yeri geldiğinde hakkını arayabilseydi. Yapamıyordu. Yapamazdı. Ya kaderine razı olacaktı ya da…

Odasından çıktı, ayaklarının ucuna basarak merdivenlerden sessizce indi. Bahçe kapısını açıp, kurtarın beni diye bağırdığı kuyunun başına gelince durdu. Hep kapalı olan kuyunun kapağı ne hikmetse açıktı. O gece dolunaydı. Başını biraz eğip içine baktı. Ay sanki kuyunun içindeydi. Pırıl pırıl parlıyordu. Daha önce kuyuya sarkmayı tecrübe etmişti. Başını kuyudan aşağıya bıraktı. Ellerini uzatsa ayı tutacakmış gibi geldi. Öyle de yaptı. Nedret’in bütün hayalleri, umutları kuyunun sularına karıştı, yok oldu gitti. Annesi kuyuya götürürken elinden tuttuğu gibi, hayat yolculuğunda sıkıca tutsaydı kızının elini, mutlu bir sonu okuyabilirdik belki.

Bir cevap yazın

E-posta yayımlanmayacak